NYEPI-Sessizligin günü 31 Mart

 

 

 

 

Yılbaşı sözü, kendimi bildim bileli 31 Aralığı 01 Ocak gününe bağlayan gün olmuştur benim için. Genellikle yılbaşı kavramı neşe, cümbüş, güzel yemekler, hareket ve eğlenceyi çağrıştırmıştır bana. Oysa yılbaşı kavramının tam bir sessizlik, saygı ve içe dönüklük içinde kutlanıldığından sadece birkaç gün öncesine kadar hiç haberdar değildim.  

Hayatin karsıma cıkardığı ilginç yollar beni yıllar önce Doğu Avrupada Beyaz Rusyanın Minsk kentine götürdüğünde, Ortadokslar için ayrı bir yılbaşı tarihi olduğunu ve bunun Ocak ayının sonlarına denk geldiğini orada yaşayarak öğrenmiştim.

Aslında geniş anlamda düşünecek olursak dünyanın dört bir yanında farklı yeni yıl kavramı var. Örneğin Çin kültürünün “Gong Xi Fat Choy” adını verdiği yeni yıl var. Geçtiğimiz yıl, kariyer yolum beni Uzak Doğu’ya taşıdı. Yeni yaşamaya başladığım Endonezya’daki muhteşem etnik ve dini mozaiğin içinde önemli yeri olan Çinlilerin, nerdeyse tüm Şubat ayı boyunca süren yeni yıla giriş festivallerini özgün coşkusuyla izleme fırsatımız oldu.

Mart ayının sonlarında, Endonezya’nın doğusundaki Bali adasındayken, yılbaşlarına bir yenisinin daha eklendiğini  yani bu kez de Bali geleneğine göre bir yeni yıla daha 31 Mart günü girileceğini duyduğumda şaşırdım. Kaç tane “yılbaşı” olabilir diye düşündüm, hatta turistik zorlamalı yapay bir kavram olabilir mi diye de içimden geçiriyordum ki, sıcak bir öğleden sonra, sahilde “MELASTI” adı verilen bir Hindu töreninin ortasında buldum kendimi.

Okyanusun hemen kenarında, kumsalda, tropik ağaçlarla çevrili bir Hindu tapınağında toplanmış yüzlerce Balili, çoluk çocuk hepsi bembeyaz gömlekler giymiş, kadın erkek hepsinde yöresel etekler var üstlerinde. Kumların üzerinde pek çok tütsü yanıyor, sadece dört notalı melodilerle etnik müzik aletlerinin sesi dalgaların sesine karışıyordu.

Tapınağın hemen yanı başında yerlere yanlarında getirdikleri, rengarenk çiçekler, sembolik anlamlar taşıyan yiyecekler, kuklalar ve kumsalda bambudan yapılma bir küçük yelkenli…Beyazlara bürünmüş  Hindu rahip eşliğinde, Balili kadınlar bu yelkenlinin yanına guruplar halinde gidip, ağaç yaprakları ve bambudan yapılma tabaklar içinde çiçekler taşıdılar. Kimi çiçekleri kumsala bıraktılar kimini de dualarla yelkenliye nazikçe bıraktılar.  Zaman zaman kadın gurupları kumların üstünde birlikte dans ettiler. Tören devam ederken benim fotoğraf ve video çekmeme bir süre için göz yumdular ve böylece burada gördüğünüz görüntüleri kaydedebildim.

MELASTI  Bali yeni yılı NYEPI’nin hemen öncesinde toplu arınma ayiniymiş. MELASTI sonradan öğrendiğim kadarıyla, yılbaşının tan üç gün öncesi, arınma ve semboller aracılığıyla ruhun yoğunlaşıp yüce yaratıcıya yaklaşma ayiniymiş. Bu kutsal törenle doğa temizlenir, okyanustan veya diğer büyük su kaynaklarından sonsuz hayatın kaynağı (Amerta) alınırmış. İşte benim tanık olma fırsatı yakaladığım Melasti ayininde Bali tanrıları Neptün ve Baruna’nın kuklaları uzun ve renkli törenlerle yıkanır ve daha sonra da getirildikleri evlere, tapınaklara geri götürülürmüş.

Hindu yılbaşısı Nyepi den hemen önceki gün ise kötü ruhlardan kurtulma günü “Tawur Kesanga”. Bu özel günde, günbatımı sonrasında, kötü ruhları kovulması için geleneksel Bali müziği eşliğinde bir çeşit karnaval havasında dualar okunurmuş.Böylece insanla tanrı arasında, insanla diger insanlar arasında ve insanla doğa arasındaki uyum ve denge oluşturulduğuna inanıyorlarmış. İşte bütün bunları, yılbaşının hemen öncesindeki akşam ateşler yakıp, muhteşem gürültüler çıkarıp tüm canavar ruhları ürkütüyorlarmış.

Ertesi gün NYEPI, Hindu yeni yılının ilk günü, mutlak sessizlik, ve dinginlik. Bali adasında bu yıl 31 Mart’a denk gelen bu kutsal gün boyunca ışık yakmak, iş yapmak, seyahat etmek veya geziye devam etmek, herhangi eğlence veya neşeli etkinlikte bulunmak kesinlikle yasaktır. Hindu geleneği ve inanışını benimsiyor olmasanız da yeni yılın bu ilk gününü tam bir içe dönüklükle mümkünse sadece kendi evinizin içinde pasif olarak geçirmeniz gerekiyormuş. Geride kalan yılı kendi içinizde gözden geçirmeniz ve yeni başlayan yılda yapılması gerekenleri planlamanız bekleniyormuş. İşte bu NYEPI gününde tüm ulaşım ve haberleşme araçları devre dışı,her türlü araç ve yaya trafiğine izin yok ,havaalanı bile kapalı. Bu sessizlik gününde evlerinde eşlerin cinsel yakınlaşması dahi Bali geleneğinde yasakmış. Tatilci turistlerin plaja inmesi bile Bali halkının asla istemediği bir şeymiş. Nyepi dünyanın  arınması, herşeye yeniden başlamaya hazırlanması ve insanın kendi iradesini ve inancını sağlamlaştırma günü.

İşte Balinin o işlek havaalanı bir günlüğüne tamamen kapanıp, adada hayatın tamamen durmasına saatler kala, biz uçağımıza atlayıp bu güzel ve gizemli adayı geride bırakmayı başarmıştık.

Siz de günlük yaşam koşturmacanızda bir günü, sıradan etkinlikleri bir kenara bırakıp değerleri düşünmeye, insanlığı, aşkı, sabrı ve iyiliğe yoğunlaşmaya ne dersiniz?

——————————————————————————————————-

Not: Bali’de iş ve devlet için Gregoryen takvimi kullanılıyor diğer yandan da “Pawukon” adı verilen 210 günlük geleneksel takvim sistemi asırlardır kullanılıyormuş. . Ancak Bali deki sosyal yaşam pek çok dini kutlama günleri, danslar, ev yapımı, evlilik töreni, ölü yakma gibi pek çok kavramı içeriyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ulyanovsk’dan Yansımalar (in Turkish)

At the Writers' School
Good morning Ulyanovsk !

Bir iki aktarmadan sonra Moskova’nın yeni havaalanlarından Vnukova’dayım. Burası o ucu bucağı olmayan, kendi başına bir şehir nitelikli limanlardan. Beni Ulyanovsk’a götürecek uçak beş saat sonra, dışarıdaki yağmur ve Moskova’nın öngörülmez trafiği, bir de bir türlü ortaya çıkamayan bavulum beni saatlerce alanda tutmaya yetiyor. Burada iç, dış tüm hatların terminalleri birbiriyle iç içe. Antalya, Dalaman, Ankara gibi Türkiye hedefli uçuşları panolarda görmek bana keyif veriyor.

With the wondeful students
With the wonderful students

Kayıp bavul peşinde, yolcuların alınmadığı kayıp eşya bölümünün koca mekanında önce ben kayboluyorum. Binlerce belki on binlerce sahipsiz bavul,çanta, çul,çuval, kutu,torba,bebek arabası.. raflarda sergide öylece duruyorlar. Çoğu ambalajlanmış,üstlerinde tarih, detaylar yazılmış. Bir saatlik bekleyişten sonra, kendi bavulumu da onca kayıp eşya yığınları içinde görevliden mutlulukla teslim alıyorum.  Sonra da nefis Rus çikolataları ve kahvesiyle kendimi ödüllendiriyorum.

Ne garip değil mi çikolata ve kahvesiyle pek bilinen Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, bu iki ürün kendi topraklarında yetişmiyor. Başka ülkelerden ithal edip sadece paketliyorlar. Yani Belçika veya Avusturya hatta İsviçre çikolatası ile Rus çikolatası aynı mantıkla lezzetli ve o ülkenin ürünü değil aslında.

Sonunda Ulyanosk’a gecenin bir saati yoğun yağmur altında iniyoruz. Önceden araştırdığımda yarım milyon  nüfuslu küçük bir şehir bekliyorum. Sonra burada iki tane ayrı hava alanı olduğunu öğreniyor ve 45 dakika boyunca araç içinde kalacağım otele gidiyoruz. Bütün binalar sadece iki veya üç katlı. Hiç yüksek yapı yok dolayısıyla, olabildiğine yayılmış bir şehir. Koca bulvarlar, geniş kaldırımlar ve yanılmıyorsam erken 20 yy tipik Rus şehir planlama ve mimarisi, gece vakti bana yıllar önce askerlik yaptığım Kars şehrininin eski sokaklarını anımsatıyor. Asansörsüz ve restorasyonu çok yeni bitmiş sevimli küçük bir otele yerleşiyorum. Dışarısı buz gibiyken odamda kaloriferlerin gümbür gümbür yanması ne güzel.

old bridge on river Volga
old bridge on river Volga

Sabah erkenden nefis Rus süt ürünleri, siyah ekmek, elma reçeli ve füme balıkla kahvaltımı yapıyorum ve günün koşturmacası hemen dışarı kısa yürüyüşe çıkıyorum. Eylül ayının son günü ve Ulyanovsk da sulu kar atıştırıyor. Yani yılın ilk karı yağıyor, olabildiğine soğuk sokakları süpüren temizlik görevlisi havada uçuşan karlara bakıp söyleniyor, anladığım kadarıyla kışın gelmesine homurdanıyor.

Ulyanovsk kenti muhteşem Volga nehrinin iki ayrı yakasında kurulmuş. Nehir üzerinde şehrin birbirine bağlayan iki köprü var. Eski köprü ikinci dünya savaşı yıllarında inşa edilmiş, çelik yığınlarıyla sarmalanmış, birkaç kontrol noktası olan ilginç dar bir

Volga and its new bridge
Volga and its new bridge

köprü. Diğeri ise yeni, henüz geçtiğimiz yıllarda Rus lider Putin tarafından hizmete açılmış. Nehir boyunca türlü barajlar olduğundan eni hayli genişlemiş, bir taraftan diğerine geçmek için 5 kilometreden fazla yol almak gerekiyor. Şehirde bir nükleer santral, dev Antonov kargo uçaklarının imal edildiği uçak fabrikası ve UAZ marka araçların üretildiği bir araba fabrikası olduğunu öğreniyorum.

V.I. LENIN  (1870-1924)
V.I. LENIN (1870-1924)

Ulyanovsk’un en önemli özeliklerinden birisi de buranın 20.yüzyılın en önemli düşünür, çağına yön veren politik liderlerinden, Vlademir LENIN’in 1870’de doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği şehir olması. LENIN Çarlık Rusyasının sona erdirilmesi süreci ve 1917 Ekim Devrimi ile dünyanın ilk sosyalist devlet düzeninin  oluşturulmasında kuşkusuz en önemli lider. Lenin’in doğduğu yıllarda Ulyanovsk kasabasının adı Simbirsk miş. Genç Lenin, Kazan Devlet Üniversitesine gidinceye kadar ki zamanını Volga nehri kenarındaki bu şehirde geçirmiş.

Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında, Lenin’in adı ve heykelleri bu coğrafyada pek çok şehirde kaldırıldığını duymuştum. Oysa Ulyanovsk’da hepsi de yerli yerinde duruyor. Doğduğu ev, onlu yaşlarını yaşadığı evleri müzeleştirmişler. Lenin’in doğumunun 100.yılında yani 1970 de Ulyanovsk’da görkemli bir Lenin Müzesi oluşturmuşlar.

Okuldaki görüşmelerimiz sonrasında, evsahiplerim beni Lenin Müzesine götürdüler. Akşam olmuş müze kapanma saati çoktan gelmiş, görevlileri paltolarını giymiş çıkmak üzerelerdi. Rus bürokrasisi hakkında az çok fikir sahibi biri olarak, yapacak bir şey olmadığını düşünüyordum ki, birden müzenin tüm ışıkları peş peşe yakılmaya, kapanmış kapılar,  bölmeler bir biri ardına açılmaya başladı. Hatta müzenin görevlisi bir bayan, üstünü başına düzeltip tüm ciddiyeti ile Lenin’in hayatını, çocukluğu itibarı ile resimleri de işaret ederek anlatmaya başladı. Sevgili ev sahiplerim, resmi giysilerimden de yararlanarak beni, Türk kültür ateşesi olarak takdim etmişler. Bu beyaz yalanla  müzeyi ziyarete kapalı saatlerde, özel olarak gezme ve biraz da fotoğraflama fırsatım oldu ki, bunların bir kısmını buradan sizlerle paylaşabiliyorum.

Lenin was born in this house
Lenin was born in this house

Lenin Müzesindeki onlarca galeride Lenin’in resimleri, fotoğrafları, heykelleri, temsili eşyaları, müzenin oluşturulması aşamasında gönderilen hediyeler var. Türkmenistan’dan gelen Lenin portreli dev dokuma halı benim favorimdi, bir de Che Guevera’nın yağlı boya tablosu. Müze ziyaretçilerinin Lenin’e saygı duruşunda bulunduğu salonda hatıra fotoğrafımızı da çektikten sonra, müzeden ayrıldık.

 

New Antonov 24 pilot! .Seat belt tight enough?
New Antonov 24 pilot!. Seat belt tight enough?

Gün batmadan Volga nehrini ve hatta Lenin’in çocukluğunu geçirdiği evin bahçesini de soğuktan titreyerek fotoğraflamayı başardım. Şehir tiyatrosunun kapısında asılı soluk Amerikan bayrağı da dikkatimi çekti. Kim bilir ne için ve ne zaman yerleştirilmiş ti o solgunlaşmış Amerikan bayrağı, sorularıma cevap bulamadım. Ulyanovsk’da IB sisteminde yer almak isteyen Yazarlar Okulu adlı özel bir eğitim

Meeting with educators of the host school
Meeting with educators of the host school

kurumunda toplantılarımız yine tüm gün sürdü. Halen 50-60 şanslı öğrencinin öğrenim gördüğü bu geniş ve çok donanımlı yerleşke, uçsuz bucaksız oyun alanları, tenis kortları, atletizm pisti, müzik kayıt stüdyosu gibi ender rastlanır geniş olanaklar sunuyor öğrencilerine. Okul yerleşkesinde hiçbir dersliğin, idari odanın tabelası yok, ev ortamı gibi olsun istemişler. Yetkililer zaten herkes birbirini ve tüm mekanları tanıyor diye açıklıyorlar, yönlendirme tabelaları kampüse resmiyet katsın istemiyorlarmış. Volga nehrinin hemen kenarındaki bu okul yerleşkesinin hemen yanında büyük ormanlık arazide, yakın gelecekte yüksek okul kurmayı düşündüklerini öğreniyorum. Ertesi gün bir ara boşlukta Ulyanovsk’da, hava taşımacılığı yapan bir uluslararası

Just out of Antonov 24's simulator
Just out of Antonov 24’s simulator

hava yolu taşımacılık firmasının yetkilileriyle görüşmeye çağrılıyorum. Kısa tanışma seromonisi sonrası bir dolu kapalı, şifreli geçişli labirent benzeri karmaşık yerlerden geçirip, beni Rusların benzersiz kargo uçağı Antonov 24’ün simülatörüne alıyorlar. Bu dev uçağın kokpitinde kemerlerim sıkı sıkı bağlı, kısa bir tur atmak nasip oluyor, tüm sarsıntılar, manevralar, telsiz görüşmeleri, akla gelebilecek ne varsa her şey inanılmaz gerçek- tüm bunların simülasyon olduğuna inanmak çok zor geliyor ve biraz! sarsılmış olarak iniyoruz simülatörden.

Programlandığı şekilde, okuldaki görüşmelerimizi tek tek bitirdikten sonr  Ulyanovsk’tan ayrılma zamanı yaklaşıyor. Moskova’nın 1000 km kadar doğusunda kalan bu güzel kente, ilerleyen zamanda keşke tekrar yolum düşse ne güzel olur.

(Evsahibi okul da kendi web sitesinde benim ziyaretime yer vermiş.)   http://istochnik.volga-dnepr.com/eng/news-announcements/269/

 

Lenin's family
Lenin’s family

Bir fincan kahve

Ülkemizi ziyaret eden yabancı konukları genelde hayli şaşırtan bir konudur. Portakal, muz, kivi yetişebilen Anadolu topraklarında kahve yetişmediğini duymak onları hep ilginç gelmiştir Nasıl olur da Türk kahvesi diye bildikleri kahve Türkiyenin ürünleri arasında olmasın.

Dogu kültürünün, günümüz küresel yaşantısına hediye ettiği lezzet ve keyif içeceği kahveyi ilk olarak Müslüman mistiklerinin asırlar önce içtiğini biliyoruz. Böylelikle özel bir sufi içeceği bugunun global ürünlerinden biri haline gelmiş durumda.

Kahve deyince zarif porselen fincan içinde bol köpüklü, az şekerli bir Türk kahvesi  gözümüzün önüne geliyor, ya da kimilerinin İtalyan ekpressosu, Fransız cafe au lait veya Amerikan double grande..Starbucks, Cafe Nero, Costa ve hatta Nescafe bugün kürselleşmenin sembolleri arasındalar.   

Kahve çok sıcak iklim kuşağında Sahra çölünün altındaki Afrikada, Latin Amerika’da, Endonezya hatta Vietnam’da  yetişien bir bitki. Kahvenin asıl memleketi ise Yemen ve Etiyopya. Şarkılara, türkülere bile konu olmuş, “Kahve Yemenden Gelir”diye. Bilinen ilk kahve bitkisi yetiştirmek ve çekirdeklerinden “qahwa” adlı içeceğin oluşturulması Yemen de olmuş.

Qahwa” içeceğini Yemen deki bir gurup mistik, konsantrasyonlarını arttırmak ve ruhsal arınmalarına yardımcı olduğu düşüncesiyle, dini ritüellerinde içiyorlarmış. 1500 lerde Yemen’in önemli limanlarından Mocha’dan Mısır’a doğru yayılmış. Aynı dönemde Suriye Halep’e ve sonra da Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a kadar gelmiş. İlk başlarda kahve sufilerle bağdaştırılan bir ürün olarak algılanmakta olsa da, dini liderlerce onaylanmamış ve hatta yasaklama girişimleri olmuş. Ne de olsa insanların kahve evleri diye adlandırılan mekanlarda bir araya gelmeleri, politikadan, şundan bundan gevezelik yapıp, tavla ve türevi oyunları oynayıp toplu vakit geçirmeleri orta çağ din yetkilileri için bir tür potansiyel tehlike anlamına gelmekteymiş. O zamanlar kimilerince “şaraptan bile daha tehlikeli”diye nitelenip Osmanlı’daki türlü yasaklama maceraları 1600’lerin ilk yarısında ünlü 4. Murad rejimince ölüm cezasına dek vardıysa da sonunda devrin “akil (!)adamlari” kahvenin prensipte içilebilir olduğu sonucuna varmışlar.

YemenHem Osmanlıların batıyla türlü etkileşimleri hem de Yemen’in Mocha limanı sayesinde, kahve artık Avrupa ya ulaşmıştı. 17. Yüzyıl Avrupasında Mocha limanını en çok kullanan İngiliz, Danimarka ve Hintli tacirlerdi. Gemilerini Güney Afrika’nın en ucundaki Ümit burnundan dolandırıp Hindistan ve doğu dünyasının diğer limanlarına gidiyorlardı. Avrupalı tacirler Yemende üretilen kahvenin sadece bir kısmını almaktaydılar. Kahvenin geri kalanı geniş Osmanlı topraklarında bol bol tüketiliyordu.

Suleiman the Magnificent
Suleiman the Magnificent

Avrupalıları kahve ile tanıştıran önemli olaylardan birisi de Kanuni Sultan Süleyman zamanında Tuna nehri boylarına yapılan akınlar, Viyana kuşatması gibi askeri gelişmelerdi.Bu arada kahve evleri Orta Doğu da iyiden iyiye yaygınlaşıyor, insanların görüşlerini paylaştığı, günlük konuları konuştuğu, bir arada türlü oyunların oynandığı mekanlar olarak giderek yaygınlaşıyordu.      

İlk başlarda Avrupalılar kahveyi şüpheli bir Müslüman içeceği olarak gördüler. 1600’lü yıllardaki Papa 8.Klement kahve tiryakisiydi ve ona göre böylesi bir içeceğin sadece Müslümanların tekelinde olmasının yanlış olduğunu dolayısıyla kahvenin vaftiz edilmesi gerektiğini buyurmuştu.

Avusturya kahve içme geleneği 1683 deki Kanuni’nin ünlü Viyana kuşatması sonrası oluşmaya başladı. Kuşatmanın ardından Osmanlı ordusunun ardında bırakıp gittiği stok malzemeler arasında bol miktarda kahve vardı.      

Bugün Türk Kahvesi ismindeki içecek sadece Türkiye de değil pek çok farklı coğrafyada tüketiliyor. Yunanlılar aynı içeceğe nedense “Yunan Kahvesi” adını verme ihtiyacını duymaktalar. Mısır, Lübnan, Suriye .. buralarda aynı içeceğe ne isminin verildiği kimsenin umurunda değil.   

Kahvenin ilk üretildiği Yemen de kahve üretimi her geçen gün biraz daha  azalıyor. Hiçbir Orta Doğu ülkesinin adı günümüz kahve üretiminde geçmiyor bile.

Ama şarkılar devam ediyor “Kahve Yemenden gelir”. Ülkemizde bir zamanlar gelin adaylarının evlilik konusundaki kişisel görüşünü aile büyüklerine ve damat adaylarına sadece yaptığı kahvenin içine koyduğu şekerle aktardığı günler çoktan tarihe karıştı. İçilen kahvenin fincanından kaç zamana kadar hangi yola gidildiğini, deve yüküyle kısmetleri, ayrılıkları öngörmek(!) konusuna girmeyi hiç düşünmüyorum. Her şey bir yana hala bir zamanlar birlikte içilmiş bir fincan kahvenin hayli uzun süren bir hatırı var sayılır öyle değil mi?

Döngü (in Turkish)

Doğa yeniden uyanıyor… Sanki birer odun parçasıymış gibi duran ağaç dallarından tomurcuklar, yapraklar çıkmaya başladı, bahar çiçekleri ortalığı bezemeye başladı bile. Yaşamakta olduğumuz hayatın içinde ayrı mucizeler arayanlara şaşıyorum, hayatın kendisi büyük bir mucize

Internet ve televizyon öncesi bin yıllarda, nasıl yorumluyordu bu mevsim geçişlerini insanoğlu hiç düşündünüz mü? Özellikle Akdeniz ve Ege havzasında sonbaharın gelişi, doğanın adım adım ölüşü, hüzünlü, yas dolu törenlerle kutlanırdı. Genciyle yaşlısıyla tüm yöre yaşayanları bir araya gelir, birbirinden üzgün, matemli müzikler eşliğinde, yaklaşmakta olan kış mevsiminin geçici olması , zararsız atlatılabilmesi için adaklar adarlardı. Doğal olarak korkardı insanlar, doğa ölürken ve dilekleri, adakları doğanın bir süre sonra tekrar dirilmesi ve elbette hayatta kalabilmek yaşamaya devam edebilmekti.

Kış mevsiminden sonra tıpkı bugünlerde yaşamakta olduğumuz gibi; doğa yeniden uyanmaya başladığında ise, bu kez şenlikler düzenlenirdi. Sonbahar törenlerine benzer şekilde çevrede yaşayanlar bir araya gelirdi. Hava ısınmış, uzun ve acımasız kış mevsimi geride kalmış, hayvanlar yavrulamaya, ağaçlar bitkiler tekrar canlanmaya başlamış ve müthiş renk cümbüşüyle çiçekler müjdelerken baharı, kent halkı bir araya gelip bu sefer neşe içinde çığlıklar atar, coşkulu şarkılar söyleyip dans ederlerdi. Koro halinde aşk şarkıları, yaşamayı seviyorum türküleri söylerlerdi. Kışı atlattıkları ve hayatta kaldıkları için yine bu kez şükretmek için yine adaklar adar, kurbanlar keser büyük ziyafetler düzenlerlerdi. Benzer bahar gelişini kutlama törenlerinin çeşitli uzanımlarını günümüzde kadar geldiğini görmekteyiz. 

Doğanın sonbaharda “ölüşü” ve sonra da ilkbaharda “tekrar dirilişi” törenlerinde müzik eşliğinde şarkılar her zaman tek koro halinde söylenirdi. Günün birinde sıra dışı birisi çıktı ve korodan farklı ve bütüne uyumlu sözleri tek başına söylemeye başladı coşkulu kalabalıklara. İlk zamanlar aykırı bulunan ve kabul görmeyen bu uygulama, onaylanıp kabul görmeye ve kutlamalar bu yeni haliyle icra edilmeye başlandığında, tiyatro sanatı doğmuş oldu.

Sonbahardaki doğanın ölümü törenlerine zamanla “TRAGEDYA”, aynı şekilde ilkbahardaki  doğanın yeniden doğuşu kutlamalarına ise “KOMEDYA adı verildi. (Aradan geçen onca yıla rağmen, Tiyatro Tarihi dersimde, o müthiş  anlatımlarını hala hatirladigim sevgili Ayşegül YÜKSEL hocama buradan saygılarımı ve içten teşekkürlerimi sunuyorum) 

Diyonisos Törenleri diye adlandırılan bu kutlamalar, o dönemin en önemli sosyal olaylarından birisiydi.  Nice yüzyıldan bugünlere ulaşmayı başarmış o antik tiyatrolar aslında bu ve bunun gibi toplu kutlamalar ve törenler için inşa edilmişlerdi (elbette başka toplu etkinlikler için de kullanılıyorlardı).  O zamanlar toplam nüfusu iki bin-üç bin olan yerleşim yerlerinde en azından beş bin kişilik görkemli tiyatro binaları yapılırdı. Yöre halkı ve yakın civarda yaşayanları da aynı anda konuk edecek kapasite olmasına özen gösterirlerdi.

Theater in Ephesus Turkey
Theater in Ephesus Turkey

27 Mart’ın “Dünya Tiyatrolar Günü” olduğunu, burada hatırlatıyor ve sizlere soruyorum: Bugün yaşadığınız kentin tiyatro, konser, sinema salonlarının toplam seyircisi kapasitesi nedir?  Sizce bugün tüm kent halkının aynı anda katıldığı, o antik zamanların benzeri bir tür mega bahar kutlama etkinliği düzenlenseydi, sizce kaç tane daha tiyatro, konser ve sinema binası daha inşa edilmesi gerekirdi? 

Bu soruya cevap ararken, yaşadığınız şehirde kültüre, sanata ne kadar yer verildiği konusunda somut olarak fikir sahibi olabilirisiniz. Şehrimizin tüm tiyatro ve sinema salonlarını aynı anda kullansak bile, sizce şehir halkının yüzde  kaçı -deyimi yerindeyse- açıkta (!) kalırdı. Bu oranı lütfen sizler de araştırın, en güncel rakamlarıyla sizler bulun ve takip edin. Yaşadığınız kenti biraz da bu yönden değerlendirin. Eğer yeni tiyatro, konser salonları açılmak şöyle dursun var olanlar bile, birbiri ardına kapanıp gidiyorsa, küçücük çocuklar bile birbirleriyle sosyalleşmek için sadece internet erişimini biliyorsa bence bunlar toplum sağlığımızın tehlike altında olduğunun belirgin işaretleridir.

Bana dünyamızın olağanüstü gelişmeler yaşadığını, 20. yüzyılı televizyon kasıp kavuruken artık kim ne derse desin 21. yüzyılda insanlığın dijital bir devrim yaşamakta olduğumuzu, internet yaygınlaşmasıyla artık hemen hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını, kalamayacağını ve benzeri türde şeyleri söyleyebilirsiniz ve haklısınız da.

Ancak Sofokles’in binlerce yıl önce yazdığı eserler hala daha dün yazılmış gibi, büyük usta Shakespere‘in yüzlerce yıl önce kaleme aldığı tiyatro eserleri her zaman güncel kalmayı başarıyor. İnsan olmak, insanca yaşamak kavramları nice çağlardan bu yana aslında pek değişmedi.

 

Gelin hep beraber hayatlarımızı renklendirelim, anlamlılığını arttıralım, yaşantımızda kültürel etkinliklere ve sanata daha fazla yer verelim…

 

 

 

 

Kadınlar Günü / Women’s Day

KADINLAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN / HAPPY WOMEN’S DAY

 

 

 

 

Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak aksine pek çok yönden onlaın üstüne çıkacak şekilde ışıkla bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna emin olanlardanım-

The actual field of accomplishment for our women is; to be equipped with enlightenment, knowledge, culture and genuine wisdom, rather than outer appearance and getting dressed. I certainly believe that (Turkish) women would challenge the western ladies and even be better than them. I am sure that Turkish women will be equipped with enlightment, knowledge and culture.

Kemal Atatürk

Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu

Founder of Modern Turkish Republic