20 years from now

Twenty years from now

You will be more disappointed

By the things you did not do.

Than, by the things you did do.

So, throw off the bowlines.

Sail away from the safe harbour.

Catch the trade winds in your sails.

EXPLORE..   DREAM …  DISCOVER…

————————————

Bundan yirmi yıl sonra,

Bugün yapMAmış olduğun şeyler

Yapmış olduklarından daha fazla üzecek seni.

Öyleyse, çöz halatlarını.

O güvenli limanından dışarı çık.

Rüzgar yakala yelkenlerine.

ARAŞTIR…  HAYAL KUR…  KEŞFET…

 

Bugun okulda günün nasıl gecti?

İlgili anne babalar, günlük yaşam koşturmaları içinde çocuklarının okulda günlerinin nasıl geçtiğini, hayatlarından memnun olup olmadıklarını öğrenmek, az biraz da olsa haberdar olmak istiyorlar. BUGUN OKULDA GÜNÜN NASIL GEÇTİ? sorusu bunun için var. Aynı soruyu geçen günlerle beraber tekrar tekrar soruyoruz. Zaten bu sorunun yanıtı olasılıkla bir veya iki kelimeden ibaret  : iyi!, normal, her zaman ki gibi,güzel, bilmem,hiç …Aynı soru, neredeyse otomatiğe bağlanmış aynı içeriksiz cevaplar kendi kendilerini tekrar edip gidebiliyor..Böylece ne soruyu sorana ne de yanıtlayana pek bir şey katmıyor.

Her defasında aynı amaç için tamamen aynı soruyu tekrarlamak yerine, bir çeşit liste geliştirme fikri oluştu. Simple Simon and Company de okuduğum bir yazı da tam bu konuda olası bir soru listesinden söz ediyordu.  OKULUN BUGÜN NASIL GEÇTİ? Sorusuna yönelik,  açılımlı, tam cümleler gerektiren yanıtlar almayı öngören sorular alt alta dizildiler.

  1. Bugün okulda olan en güzel şey neydi?  veya Bugün okulda olan en çok ne/kim canını sıktı?
  2. Okulda bugün seni en çok ne veya kim güldürdü ?
  3. Eğer elinde olsaydı hangi arkadaşının yanına oturmak isterdin? veya Hangi arkadaşının yanına oturmayı istemezdin?
  4. Okulunda sana göre en güzel, en keyifli yer neresi?
  5. Bugün okulda öğrendiğin garip bir kelime var mı?
  6. Bu akşam öğretmenini arasam, bana seninle ilgili ne anlatırdı?
  7. Bugün okulda kimseye yardım ettin mi? Kime? Nasıl?
  8. Bugün okulda kimse sana yardım etti mi? Kim ? Nasıl?
  9. Bugün okulda hiç bilmediğin , duymadığın yeni bir şey öğrendin mi?
  10.  Okulda gün içinde seni çok mutlu eden bir şey oldu mu?
  11.  Bugün okulda en çok ne zaman sıkıldın?
  12. Bir uzay gemisi birden sınıfınıza gelse ve içinizden birini alıp götüreceğini söylese, kimin gitmesini isterdin?
  13. Bugün öğretmenin en çok hangi sözü kullandı?
  14. Bugün öğretmenin her zamankinden farklı bir şey söyledi veya yaptı mı?
  15. Sence okulda neyin daha çok fazla olmasını isterdin? / Veya neyin daha az olmasını isterdin
  16. Bugünkü ders aralarında en çok ne yaptın/nerede zaman geçirdin?
  17. Sınıfınızdaki en komik arkadaşın kim?  Sence neden komik?
  18. Sınıfta hangi arkadaşının yerinde olmak isterdin? Neden?
  19. Birdenbire sınıfınızın öğretmeni oluversen yarın neler yapardın?
  20. Sınıfta bir arkadaşında yer değiştirecek olsan kimle değişirdin? Neden?

 Ne dersiniz, sizin bu listeye ekleyecek sorunuz var mı? Arasından favori sorunu var mı? Varsa lütfen siz de görüşlerinizi, geri bildirimlerinizi paylasin ve bu listeyi hep birlikte zenginleştirelim

Türlü aşamalardan geçerek yepyeni bir akademik yıla başlıyoruz. Her şeyin gönlünüzce olmasını diliyorum.

Reflections from other side of Jakarta

Endonezyanın en büyük kenti ve idari başkenti Jakarta, pek çok kara parçasından oluşan ülkenin Jawa adasının kuzeyinde yer alıyor. Nüfusu yetkililere göre 10- 12 milyon civarında, kimilerine göre bu metropolde 20 milyondan fazla insan yaşıyor.

Jakarta deyince çoğunlukla ilk akla gelenler veya internet aramalarımıza takılanlar: dev gökdelenler, Türkiyedekilerle karşılartırılmayacak derecede büyük alışveriş merkezleri, kesintisiz dakika başı alana inen kalkan uçaklar, İstanbul’u aratmayan hatta geride bırakan araç trafiği çıkıyor karşımıza.

Bu paylaşımımda sizlere Jakarta mega kentinin daha az bilinen, öbür yüzünden kendi izlenilerimi ve kaydettigim görüntüleri sunuyorum. Jakarta her zaman güney Asyanın en büyük limanlarından birisi olmuş. Üç asır boyunca Hollanda sömürgesi olmuş. Burada kesitlerini gördüğünüz  liman Avrupaya giden gelen yük gemilerini barındırmış. İşte bu  gördüğünüz Avrupa  tarzı açılır kapanır köprüyü Hollandalılar inşa etmiş. Yapılma amacı elbette yerli halkın ulaşımına katkı sağlamak değil, gemilerin yükleme ve aktarma işlerini kolaylaştırmakmış.  Buraların inanılmaz yer altı, yer üstü tüm zenginlikleri tam üç yüz yıl boyunca Hollanda kraliyetinin kasasına gitmiş.

Daha sonra, 10 yıl kadar da İngilizler burayı kendi bünyelerine katmışlar. Bir süre de onlar sömürmüşler buraları. Derken 2.Dünya Savaşı patlak verip de ateşi Pasifik Okyanusuna dek gelince, bu sefer de Japonlar Endonezya yönetimine koymuşlar. 1945 Ağustosunda patlayan iki atom bombası,  binlerle ifade edilen adadan oluşan bu ülkenin, sonunda bağımsızlığını kazanmasına neden olmuş.

Günümüz Endonezyası, gelir durumu aşırı uçlarda olan insanlardan oluşuyor. İnanılmaz zenginler mutlu azınlık. Diğer yanda bir lokma yiyecegi olmayan milyonlarca fakir…

yor buralardan, çünkü oy veriyor bu insanlar (Bir yerlerden tanıdık geliyor mu?) .  Çekik gözlü, koyu renk tenli, iri dudaklı, pırıl pırıl gözlü çocuklar, sağlıksız koşullarda, suyun üstüne iliştirilmiş hayatlarını yaşıyorlar.  Açık renk tenli, renkli gözlü yabancı görmeye alışık değil bu çocuklar. Kısa süreliğine konuk olduğumuz yöre insanları, yani büyükleriyle     tanışıp, konuşunca rahatca yanıma sokulup iletişim kurmaya başlıyorlar. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, çocuklar, çicek bahçesinde, kelebeklerle arasındaymışsınız hissi veriyorlar. Onlar benim dilimi anlamıyor. İngilizce konuşmanın herhangi bir anlamı yok. Anne babaları onların okumalarını, olabildiğince iyi eğitim almalarını ve daha iyi yarınlara doğru gitmeleri gerektiğine inanıyorlar.

Toplamda çeyrek milyar olan ülke nüfusunun yarısı 30 yaş altında. Hayli genç bir nufus. Hızla azalmasına göz yumulan yağmur ormanları, kontrolsüz-bilinçsiz plastik kullanımı, motorlu araç egsoz salınımı denetimsizliği, ..gibi konular  Endonezyanın  çevre bilinci konusunda daha katetmeleri gereken çok yol olduğunu gösteriyor.

Hangi gelir gurubunda olursa olsun, insanlar geçimini sağlamak zorunda. Bakın ağzında sigara, beline kadar kirli suyun içinde, ekonomik değeri olan kalıntı tarayan adamın resmi, burada sürdürülen görkemli, aşırı lüks hayatlara zıt bir tablo oluşturuyor. Önceki yazılarımda (Nyepi Nisan 2014) biraz da olsa Endonezya kara parçalarındaki dini ve etnik mozaikten az da olsa söz etmiştim. Ansiklopedik bilgiler, bu ülkenin eşşiz dini mozaiğinin müslüman çoğunlukta olduğuna işaret ediyor. Jakarta metropolü, bir tür birleşmiş milletler gibi. Hemen her ülkeden, ırktan, renkten, kıtadan insan var. Ülkenin gelir piramitinin en tepesindeki süper ötesi zengin azınlık var,  hemen altında ise, buralarda kuşaklardır yerleşik yaşamakta olan Çin kökenliler var. Ticaret tamamen bu Çinli-Endonezyalıların elinde diyebiliriz. Toplumun çoğunluğu yani piramitin altında yer alan halk ise genelde müslüman ağırlıklı.

Dünya devi elektronik ve giyim, spor markaların imalat yeri Endonezya, bazı konularda Türkiye den hayli önde. Ancak bazı ayrıntılar var ki Türkiyeden belki 20 yıl geride. Örneğin bu fotoğrafını gördüğünüz “ojek” üç tekerli ulaşım aracı. Aslında kaç yıl önce trafiğe çıkması yasaklanmış ama yine de bu araçlardan yüzlerce görmek mümlün. Görünüşe bakıp, binince havadar olur diye düşünebilirsiniz, yapış yapış sıcakta ulaşım için daha az otantik ve daha elverişli seçenekler iyi ki var..

Bir fincan kahve

Ülkemizi ziyaret eden yabancı konukları genelde hayli şaşırtan bir konudur. Portakal, muz, kivi yetişebilen Anadolu topraklarında kahve yetişmediğini duymak onları hep ilginç gelmiştir Nasıl olur da Türk kahvesi diye bildikleri kahve Türkiyenin ürünleri arasında olmasın.

Dogu kültürünün, günümüz küresel yaşantısına hediye ettiği lezzet ve keyif içeceği kahveyi ilk olarak Müslüman mistiklerinin asırlar önce içtiğini biliyoruz. Böylelikle özel bir sufi içeceği bugunun global ürünlerinden biri haline gelmiş durumda.

Kahve deyince zarif porselen fincan içinde bol köpüklü, az şekerli bir Türk kahvesi  gözümüzün önüne geliyor, ya da kimilerinin İtalyan ekpressosu, Fransız cafe au lait veya Amerikan double grande..Starbucks, Cafe Nero, Costa ve hatta Nescafe bugün kürselleşmenin sembolleri arasındalar.   

Kahve çok sıcak iklim kuşağında Sahra çölünün altındaki Afrikada, Latin Amerika’da, Endonezya hatta Vietnam’da  yetişien bir bitki. Kahvenin asıl memleketi ise Yemen ve Etiyopya. Şarkılara, türkülere bile konu olmuş, “Kahve Yemenden Gelir”diye. Bilinen ilk kahve bitkisi yetiştirmek ve çekirdeklerinden “qahwa” adlı içeceğin oluşturulması Yemen de olmuş.

Qahwa” içeceğini Yemen deki bir gurup mistik, konsantrasyonlarını arttırmak ve ruhsal arınmalarına yardımcı olduğu düşüncesiyle, dini ritüellerinde içiyorlarmış. 1500 lerde Yemen’in önemli limanlarından Mocha’dan Mısır’a doğru yayılmış. Aynı dönemde Suriye Halep’e ve sonra da Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a kadar gelmiş. İlk başlarda kahve sufilerle bağdaştırılan bir ürün olarak algılanmakta olsa da, dini liderlerce onaylanmamış ve hatta yasaklama girişimleri olmuş. Ne de olsa insanların kahve evleri diye adlandırılan mekanlarda bir araya gelmeleri, politikadan, şundan bundan gevezelik yapıp, tavla ve türevi oyunları oynayıp toplu vakit geçirmeleri orta çağ din yetkilileri için bir tür potansiyel tehlike anlamına gelmekteymiş. O zamanlar kimilerince “şaraptan bile daha tehlikeli”diye nitelenip Osmanlı’daki türlü yasaklama maceraları 1600’lerin ilk yarısında ünlü 4. Murad rejimince ölüm cezasına dek vardıysa da sonunda devrin “akil (!)adamlari” kahvenin prensipte içilebilir olduğu sonucuna varmışlar.

YemenHem Osmanlıların batıyla türlü etkileşimleri hem de Yemen’in Mocha limanı sayesinde, kahve artık Avrupa ya ulaşmıştı. 17. Yüzyıl Avrupasında Mocha limanını en çok kullanan İngiliz, Danimarka ve Hintli tacirlerdi. Gemilerini Güney Afrika’nın en ucundaki Ümit burnundan dolandırıp Hindistan ve doğu dünyasının diğer limanlarına gidiyorlardı. Avrupalı tacirler Yemende üretilen kahvenin sadece bir kısmını almaktaydılar. Kahvenin geri kalanı geniş Osmanlı topraklarında bol bol tüketiliyordu.

Suleiman the Magnificent
Suleiman the Magnificent

Avrupalıları kahve ile tanıştıran önemli olaylardan birisi de Kanuni Sultan Süleyman zamanında Tuna nehri boylarına yapılan akınlar, Viyana kuşatması gibi askeri gelişmelerdi.Bu arada kahve evleri Orta Doğu da iyiden iyiye yaygınlaşıyor, insanların görüşlerini paylaştığı, günlük konuları konuştuğu, bir arada türlü oyunların oynandığı mekanlar olarak giderek yaygınlaşıyordu.      

İlk başlarda Avrupalılar kahveyi şüpheli bir Müslüman içeceği olarak gördüler. 1600’lü yıllardaki Papa 8.Klement kahve tiryakisiydi ve ona göre böylesi bir içeceğin sadece Müslümanların tekelinde olmasının yanlış olduğunu dolayısıyla kahvenin vaftiz edilmesi gerektiğini buyurmuştu.

Avusturya kahve içme geleneği 1683 deki Kanuni’nin ünlü Viyana kuşatması sonrası oluşmaya başladı. Kuşatmanın ardından Osmanlı ordusunun ardında bırakıp gittiği stok malzemeler arasında bol miktarda kahve vardı.      

Bugün Türk Kahvesi ismindeki içecek sadece Türkiye de değil pek çok farklı coğrafyada tüketiliyor. Yunanlılar aynı içeceğe nedense “Yunan Kahvesi” adını verme ihtiyacını duymaktalar. Mısır, Lübnan, Suriye .. buralarda aynı içeceğe ne isminin verildiği kimsenin umurunda değil.   

Kahvenin ilk üretildiği Yemen de kahve üretimi her geçen gün biraz daha  azalıyor. Hiçbir Orta Doğu ülkesinin adı günümüz kahve üretiminde geçmiyor bile.

Ama şarkılar devam ediyor “Kahve Yemenden gelir”. Ülkemizde bir zamanlar gelin adaylarının evlilik konusundaki kişisel görüşünü aile büyüklerine ve damat adaylarına sadece yaptığı kahvenin içine koyduğu şekerle aktardığı günler çoktan tarihe karıştı. İçilen kahvenin fincanından kaç zamana kadar hangi yola gidildiğini, deve yüküyle kısmetleri, ayrılıkları öngörmek(!) konusuna girmeyi hiç düşünmüyorum. Her şey bir yana hala bir zamanlar birlikte içilmiş bir fincan kahvenin hayli uzun süren bir hatırı var sayılır öyle değil mi?

Döngü (in Turkish)

Doğa yeniden uyanıyor… Sanki birer odun parçasıymış gibi duran ağaç dallarından tomurcuklar, yapraklar çıkmaya başladı, bahar çiçekleri ortalığı bezemeye başladı bile. Yaşamakta olduğumuz hayatın içinde ayrı mucizeler arayanlara şaşıyorum, hayatın kendisi büyük bir mucize

Internet ve televizyon öncesi bin yıllarda, nasıl yorumluyordu bu mevsim geçişlerini insanoğlu hiç düşündünüz mü? Özellikle Akdeniz ve Ege havzasında sonbaharın gelişi, doğanın adım adım ölüşü, hüzünlü, yas dolu törenlerle kutlanırdı. Genciyle yaşlısıyla tüm yöre yaşayanları bir araya gelir, birbirinden üzgün, matemli müzikler eşliğinde, yaklaşmakta olan kış mevsiminin geçici olması , zararsız atlatılabilmesi için adaklar adarlardı. Doğal olarak korkardı insanlar, doğa ölürken ve dilekleri, adakları doğanın bir süre sonra tekrar dirilmesi ve elbette hayatta kalabilmek yaşamaya devam edebilmekti.

Kış mevsiminden sonra tıpkı bugünlerde yaşamakta olduğumuz gibi; doğa yeniden uyanmaya başladığında ise, bu kez şenlikler düzenlenirdi. Sonbahar törenlerine benzer şekilde çevrede yaşayanlar bir araya gelirdi. Hava ısınmış, uzun ve acımasız kış mevsimi geride kalmış, hayvanlar yavrulamaya, ağaçlar bitkiler tekrar canlanmaya başlamış ve müthiş renk cümbüşüyle çiçekler müjdelerken baharı, kent halkı bir araya gelip bu sefer neşe içinde çığlıklar atar, coşkulu şarkılar söyleyip dans ederlerdi. Koro halinde aşk şarkıları, yaşamayı seviyorum türküleri söylerlerdi. Kışı atlattıkları ve hayatta kaldıkları için yine bu kez şükretmek için yine adaklar adar, kurbanlar keser büyük ziyafetler düzenlerlerdi. Benzer bahar gelişini kutlama törenlerinin çeşitli uzanımlarını günümüzde kadar geldiğini görmekteyiz. 

Doğanın sonbaharda “ölüşü” ve sonra da ilkbaharda “tekrar dirilişi” törenlerinde müzik eşliğinde şarkılar her zaman tek koro halinde söylenirdi. Günün birinde sıra dışı birisi çıktı ve korodan farklı ve bütüne uyumlu sözleri tek başına söylemeye başladı coşkulu kalabalıklara. İlk zamanlar aykırı bulunan ve kabul görmeyen bu uygulama, onaylanıp kabul görmeye ve kutlamalar bu yeni haliyle icra edilmeye başlandığında, tiyatro sanatı doğmuş oldu.

Sonbahardaki doğanın ölümü törenlerine zamanla “TRAGEDYA”, aynı şekilde ilkbahardaki  doğanın yeniden doğuşu kutlamalarına ise “KOMEDYA adı verildi. (Aradan geçen onca yıla rağmen, Tiyatro Tarihi dersimde, o müthiş  anlatımlarını hala hatirladigim sevgili Ayşegül YÜKSEL hocama buradan saygılarımı ve içten teşekkürlerimi sunuyorum) 

Diyonisos Törenleri diye adlandırılan bu kutlamalar, o dönemin en önemli sosyal olaylarından birisiydi.  Nice yüzyıldan bugünlere ulaşmayı başarmış o antik tiyatrolar aslında bu ve bunun gibi toplu kutlamalar ve törenler için inşa edilmişlerdi (elbette başka toplu etkinlikler için de kullanılıyorlardı).  O zamanlar toplam nüfusu iki bin-üç bin olan yerleşim yerlerinde en azından beş bin kişilik görkemli tiyatro binaları yapılırdı. Yöre halkı ve yakın civarda yaşayanları da aynı anda konuk edecek kapasite olmasına özen gösterirlerdi.

Theater in Ephesus Turkey
Theater in Ephesus Turkey

27 Mart’ın “Dünya Tiyatrolar Günü” olduğunu, burada hatırlatıyor ve sizlere soruyorum: Bugün yaşadığınız kentin tiyatro, konser, sinema salonlarının toplam seyircisi kapasitesi nedir?  Sizce bugün tüm kent halkının aynı anda katıldığı, o antik zamanların benzeri bir tür mega bahar kutlama etkinliği düzenlenseydi, sizce kaç tane daha tiyatro, konser ve sinema binası daha inşa edilmesi gerekirdi? 

Bu soruya cevap ararken, yaşadığınız şehirde kültüre, sanata ne kadar yer verildiği konusunda somut olarak fikir sahibi olabilirisiniz. Şehrimizin tüm tiyatro ve sinema salonlarını aynı anda kullansak bile, sizce şehir halkının yüzde  kaçı -deyimi yerindeyse- açıkta (!) kalırdı. Bu oranı lütfen sizler de araştırın, en güncel rakamlarıyla sizler bulun ve takip edin. Yaşadığınız kenti biraz da bu yönden değerlendirin. Eğer yeni tiyatro, konser salonları açılmak şöyle dursun var olanlar bile, birbiri ardına kapanıp gidiyorsa, küçücük çocuklar bile birbirleriyle sosyalleşmek için sadece internet erişimini biliyorsa bence bunlar toplum sağlığımızın tehlike altında olduğunun belirgin işaretleridir.

Bana dünyamızın olağanüstü gelişmeler yaşadığını, 20. yüzyılı televizyon kasıp kavuruken artık kim ne derse desin 21. yüzyılda insanlığın dijital bir devrim yaşamakta olduğumuzu, internet yaygınlaşmasıyla artık hemen hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını, kalamayacağını ve benzeri türde şeyleri söyleyebilirsiniz ve haklısınız da.

Ancak Sofokles’in binlerce yıl önce yazdığı eserler hala daha dün yazılmış gibi, büyük usta Shakespere‘in yüzlerce yıl önce kaleme aldığı tiyatro eserleri her zaman güncel kalmayı başarıyor. İnsan olmak, insanca yaşamak kavramları nice çağlardan bu yana aslında pek değişmedi.

 

Gelin hep beraber hayatlarımızı renklendirelim, anlamlılığını arttıralım, yaşantımızda kültürel etkinliklere ve sanata daha fazla yer verelim…